16 Aralık 2016 Cuma

BİR DOKTOR KANSER OLURSA!

"Endoskopik olarak yapılan dördüncü nazal polipektomi ameliyatımdan sonra KBB doktorum arayarak patolojiden bildirilen sonucun iyi olmadığını, konunun önemli olduğunu ve daha iyi bir patoloji laboratuvarında! tekrar değerlendirilmesi gerektiğini söyledi. Ben olayın şokunu atlatamadan, kliniğimizin uzmanları hemen parçaları çok iyi bilinen bir patoloji laboratuvarına götürmüşlerdi bile. Olası iyi bir sonuç beklentisi ile geçen üç günün sonunda e-posta ile gelen patoloji raporu gerçeği yüzüme çarptı: Sol nazal kavitede invaziv skuamöz hücreli karsinom; orta derecede diferansiye.
Önce klinikten uzaklaşıp bir kafeye gittim tek başıma. Ne yapacağımı düşünmeye çalıştım uzun bir süre. Beynimin içinde uğuldayan “bu andan sonrası yok” düşüncesi sağlıklı karar vermemi engelliyor ve gözümün önüne sürekli olarak bugüne kadar yaşadığım hayat geliyordu. Kırk yıllık hekimdim. Anatomi, patolojik anatomi okumuştum ve oradan edindiğim bilgiler sonumun pek hayırlı olmayacağını söylüyordu.
Soru: Bir doktor olarak ben bu kadar yıkıldıysam, normal bir vatandaş böyle bir tanı ile yüzyüze geldiğinde neler yaşar acaba?
Doktorluk refleksi ile hemen ağ ortamına girip bu konudaki bilgileri araştırmaya başladım. Tüylerim diken diken olarak okuduğum pek çok yazıdan özetlediğim bilgiler şöyle : “Sinonazal tümörler tüm habis tümörlerin % 1’den azını oluştururlarmış. Bu habis tümörlerin % 70-80’i skuamöz hücreli karsinom olup kaynaklandığı yer de, sıklık sırasiyle maksiller sinüs (% 50-70), nazal kavite (% 15-30) ve etmoid sinüsler (% 10-20) imiş. Skuamöz hücreli karsinomların tedavisinde cerrahi spektrum basit endoskopik eksizyondan orbital ekzantarasyon, radikal maksillektomi ve kraniyofasiyal rezeksiyona kadar uzanıyor. Cerrahinin tipi tümörün yayılımına ve tutulan yapılara göre belirleniyor. Tedavide, radyoterapi cerrahiden önce de sonra da uygulanabiliyor. Sıralamada bazı değişiklikler olsa da radyoterapi + cerrahiyi içeren kombine tedavi en iyi sağkalımı sağlıyor. Skuamöz hücreli karsinomlarda kemoterapinin yerinin tartışmalı olduğu söyleniyor. Cerrahi, radyoterapi ve kemoterapi kullanımına rağmen sonuçlar, özellikle de ilerlemiş lezyonlarda yüz güldürücü sonuç vermiyormuş. Bir yazara göre, 1980’den 2003 yılına kadar yirmiden fazla hastayı kapsayan serilere bakıldığında, radyoterapi için 5 yıllık sağkalım % 0-39 (ortalama % 23), cerrahi + radyoterapi için sağkalım % 35-64 (ortalama % 44) olarak bulunmuş. Ancak, geç tanı hastalarda tedavilerin başarı oranını düşürmektedir.”
Ben bu ruhsal fırtınaları yaşarken klinik arkadaşlarım İstanbul’un büyük üniversite hastanelerinden birindeki KBB onkolojisi ile uğraşan bir doktordan randevu almışlar bile. MRG tetkiki yaptırıp doktora gittim. Doktorum filmlere baktı, kısaca endoskop ile muayene etti, ameliyat olmam gerektiğini ve ertesi günü beni tümör konseyine çıkaracağını söyledi. Ertesi günü konseyin yapıldığı yere gittiğimde bir kez daha yıkıldım. Kapıda sıra bekleyenler ya trakeostomili ya ağzı-burnu ameliyatlı ya da felçli ve bedbin yüzlü insanlardı. İçeri çağrıldığımda orada bulunan hiç bir doktor bırakın geçmiş olsun demeyi, yüzüme dahi bakmadı. Doktorum filmleri negatoskopa yerleştirdi, herkes büyük bir dikkatle onları izledi ve ameliyatın ne derece radikal yapılacağı konusunda karar verdiler. En son olarak da radyasyon onkoloğu olduğunu sandığım hoca, o bölgeye radyasyon verebileceğini, ama gözün zarar görme şansının yüksek olduğunu söyledi. Hakkımda bu kararlar alınıp, elime anestezi muayene kağıdı tutuşturulana kadar donmuş bir şekilde olanları izliyordum. Son bir gayretle kuruyan boğazımdan hırıltı şeklinde çıkan sesle doktoruma bu radikal girişimin 5 yıllık sağkalıma ne kadar etkisi olabileceğini sordum. Filmlerimi elime sıkıştırıp, diğer hastayı çağırırken yaklaşık % 40-45 dedi.
Soru: Bırakın kanser olmasını, her hangi bir hastaya yukarıda belirttiğim şekilde davranıldığında o kişinin neler hissettiğini düşünen kaç doktor vardır?
Patoloji raporumu aldıktan sonraki dört gün içinde yaşadıklarımı kısaca özetlemeye çalıştım. Zaten başıma gelenlerin şokunu yaşarken, bir de hastalanan doktor olarak ne kadar değersiz olduğumu düşünüyordum. Oysa onkoloji ile uğraşan doktorların ve sağlık çalışanlarının söyledikleri ilk söz, bu hastalıkta moral motivasyonun çok önemli olduğu değil midir?
Ertesi gün, büyük özel bir sağlık kuruluşunda KBB onkolojisi ile uğraşan bir diğer doktora muayeneye gittim. KBB doktoru ve radyasyon onkoloğu yapabileceklerini ve olası sonuçlarını etraflıca anlattılar. Bana seçenekler sundular, hangi tedavinin ne gibi etkileri olabileceğini, başarının olabileceğini de olamayabileceğini de açık açık izah ettiler. Sonuçta, 33 seans radyoterapi ve adjuvan tedavi olarak da 6 seans kemoterapi uygulanmasına birlikte karar verdik. Altını çizerek söylüyorum; ne şekilde tedavi alacağım kararına ben de katıldım. Yani, kaderim yine benim ellerimde idi ve kendim için verilen karar benim de katıldığım bir karardı. Onkoloji ile uğraşan doktorların ve sağlık çalışanlarının söyledikleri ilk söz, bu hastalıkta moral motivasyonun çok önemli olduğu sözü gerçekleşmişti nihayet.

Soru: Sağlık sektöründe kurumlar arasındaki farkın siyahla beyaz arasındaki kadar keskin olduğunu herkes biliyor, ama doktorlar arasındaki farkın da bu kadar keskin olduğunu kaç kişi biliyor?
Uzun, upuzun bir tedavi süreci. Radyoterapi, masum gibi görünse de, insanı oldukça yoran, bazı duyularını ortadan kaldıran oldukça zor bir tedavi. Haftada bir kez verilen o hafif denen kemoterapi insanı üç gün elden ayaktan düşürüyor. İştah bozuluyor, sürekli bir bulantı, ağızda tat yokluğu vs. Bunların yanında, kan değerlerinin düşmemesi için iyi beslenmek de gerekiyor. Tam bir paradoks. Tüm bunlara dayanabilmeyi sağlayan bir tek güç var: Umut! Bu yan etkiler geçecek, tümör de gidecek, iyi olacağım… Bu arada tribündekilerin tezahüratlarını unutmamak gerekir. Arayan tüm yakınlarım, dostlarım güçlü olduğumu, iyi bir insan olduğumu ve Allah’ın izniyle bu illeti yeneceğimi söylüyorlardı sürekli olarak. Doğaldır ki bu insanlar başka ne diyebilirler?
Soru: Hastaya, hele de bir kanser hastasına, üstüne üstlük doktor olan bir kanser hastasına nasıl geçmiş olsun diyebileceğinizi hiç düşündünüz mü?
Yüreklendirmeye çalışan tezahüratlar, tedaviler, umut ve moral motivasyonu artırmak için gösterilen çabalar… Somatik olarak savaş veren, yıpranan vücut ile uğraşılıyor hep kanser tedavilerinde. İnsan yapısının sadece somatik bir yapı olmadığını, bir beyni, çeşitli duyuları, kısacası bir ruhu olduğu hep gözardı ediliyor. Yaşanan savaş çok ilginç; tedavi-bedensel yıkıntı, iyileşme umudu-başarısızlık korkusu, motivasyon arzusu-güçsüz, saçsız adama acıyarak bakan gözler, yürürken dengesizlik, ellerde uyuşukluk, ağızda mukozit, ishal veya kabızlık, vs., vs.

Soru: Tüm bu somatik yaşanmışlıkların duyuları nasıl etkilediğini, beyni ne kadar zorladığını, o kişiyi ruhen ne derece yaraladığını, kanser hastalarına mutlaka psikoterapi uygulanması gerektiğini, hatta daha ileri süreçlerde psikiyatrik yardım da verilmesinin uygun olacağını düşünen kaç onkolog vardır acaba?
İlk tedavim biraz iyileşme sağlasa da tam başarılı olmadı. Ardından beş seans “CyberKnife” denen daha güçlü ve daha lokalize etki edebilen bir tedavi aldım. Kısaca CyberKnife, tüm vücutta milimetreden daha hassas doğrulukla kanser tedavisi yapmak için tasarlanmış dünyadaki ilk ve tek robotik radyocerrahi sistemi olarak biliniyor. Bu sistem sayesinde radyasyon demetleri odaksal olarak kullanılarak, beyin ve vücuttaki kanserli bölgeler yüksek dozlarla tedavi edilebiliyor.
Sonuç yine beklenenden uzaktı. Bir yıl geçmişti ve ben yine aynı yerde, aynı endişelerle ve daha da yıpranmış bir vücut ve ruhla kemoterapi tedavisi alacağımı öğrendim. Kızdığımı belli etmiyordum ama, artık tezahüratlar da inandırıcılığını kaybetmiş, hatta bazen de sinirlendirmeye başlamıştı. Umutlar tükeniyor, beklentiler sonuçlanmıyordu bir türlü ve hala hiç kimse duygularımın, ruhumun ne halde olduğunu sormuyordu.
Yirmibir gün arayla 6 seans üçlü (cisplatin+taksotel+5FLU) kemoterapiye başladık. Bu kemoterapi denen bence sözde tedavi, insanı insanlığından çıkarıyor. Dostlarınız yalnızca yataklar ve yastıklar oluyor, onlardan uzaklaşamıyorsunuz, hep yatmak hep uyumak istiyorsunuz. Bu savaşta da yukarıda saydıklarımı misli ile yaşadım. İlave olarak beşinci seanstan sonra DVT (derin ven trombozu) oldum, altıncı seanstan sonra da pulmoner emboli geçirip dört gün yoğun bakımda yattım. Bu arada, hala hiç kimse duygularımın, ruhumun ne halde olduğunu sormuyor. O PET (pozitron emisyon tomografi) denen sevimsiz tetkik yine yapıldı ve sonuç hala başlangıç noktasındaki durumum. Tümör konseyi yine toplandı, artık tıbben yapacak bir şey olmadığı, radikal bir cerrahi ile belki sağkalımda % 5’lik bir artış olabileceği, buna karşılık yaşam kalitemin çok düşeceği söylendi. Seçim bana aitti, ailem bile kararı bana bıraktı. Ben de kararımı verdim; gittiği yere kadar savaşacaktım.
İşte burada şans yüzüme güldü Prof. Dr. bir sınıf arkadaşım yaşadıklarımın travması ve bundan sonra yaşayacaklarım için psikolojik destek isteyip istemediğimi sordu. Hemen kabul ettim ve üç aydır haftada bir gün ilgi alanı kanser hastalarına psikoterapi olan psikoloğumdan destek alıyorum. Ne kadar rahat ve güçlü olduğumu anlatamam, Cumartesi gününün gelmesini dört gözle bekliyorum hafta boyunca. Her şeyimi anlatabiliyorum, bazen ailemi de seanslara dahil ediyor…
Halen zorluklarla boğuşuyorum, korkularım oluyor, ağrılarım oluyor, umutlanıyorum ardından yıkılıyorum, sosyal hayattan uzaklaştım. Son üç aydır psikoloğuma yaslanarak yaşadığım bu zorlu süreç bana çok önemli şeyler öğretti. Özetleyecek olursam;
1-Bir hekimin önce bir hasta olarak bir doktora başvurmasını, sonra da hasta yakını olarak hastanede bulunmasının önemini bir kez daha anladım. Böylece yapılan davranış hatalarını yaşayarak gözlemleyebilir.
2-Bir hekimin hastasına, hele de kanser hastasına daha duyarlı yaklaşması gerektiğine inandım.
3-Her hastanın bir birey, bir insan olduğunun asla unutulmaması, en azından kendisiyle konuşurken yüzüne bakılması ve yazılı onam için yapılan bilgilendirmelerin gerçek anlamına uygun yapılması gerektiğine inandım. Çünkü, doktor olmama rağmen kemoterapinin yapacakları açık açık anlatılmadığı için ilk tedaviden sonra panik atak geçirdim.
4-Başta kanser hastaları olmak üzere, eğer mümkünse tüm hastalara psikolojik destek sağlanmasının çok önemli olduğunu anladım. Basit bir örnek verecek olursam; yazmaya başladığımda yaşadığım olayları tekrar hatırlamak beni çok rahatsız etti. Ama psikoloğum bunu yapabileceğimi defalarca söyleyerek beni yüreklendirdi ve sizlerle hastalık sürecimi paylaşabildim.
İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi 1971 yılı mezunlarından, Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şef Yardımcısı, UEÇG üyesi Dr. Aydemir Yalman’ın kaleme aldığı son yazısı"
Yazıyı paylaşan sayın Dr. Hasan Karanlık beye teşekkür ederim. 
A.Şükran Demiralp




3 Aralık 2016 Cumartesi

"Amaç için her yol mubah" mıdır?


KONU: «Amaç için her yol mubah» önermesinin irdelenmesi:

Matematik Lojik'ten:
(1) ¬[∀x ∈ A, P(x)] ⇔ ∃x ∈ A, ¬P(x)
(2) (yukarıdakinden elde edilir:) ¬[∀x ∈ A, ¬P(x)] ⇔ ∃x ∈ A, P(x)
Notasyon: ¬: değil; ∀: her, tüm; ∃: vardır, bazı.
A: yollar, P(x): x mubahtır alırsak:
(1): "Tüm yollar mubahtır"'ın tersi (değili) "Mubah olmayan bazı yollar vardır"
(2): "Hiçbir yol mubah değildir"'in tersi (değili) "Bazı mubah yollar vardır"
Dikkat! Yukarıdaki iki sözel ifade birbirinin tersi (değili) değildir.

SONUÇ: Ben, "Tüm yollar mubahtır"= yanlış (0) olduğunu kabul ediyorum. Bu durumda "Mubah olmayan bazı yollar vardır"= doğru (1) demiş oluyorum.

A.Şükran Demiralp – Mehmet Demiralp

Derleyen: AŞD

23 Kasım 2016 Çarşamba

HOŞGÖRÜ nasıl oluşabilir?


Şöyle mi?

"Algılarımız" ve "bilgilerimiz" çift yönlü / etkileşim halinde diyebiliriz. 

Bilgi düzeyimiz arttıkça, daha çok anlamaya çalışıyoruz. 

Anlamaya çalıştıkça daha çok bilgiye ihtiyaç duyuyoruz. 

"Bilgiye ihtiyaç" öğrenme merakımızı sürekli kılıyor. Çünkü öğrendikçe daha ne kadar çok bilgiye ihtiyacımız olduğunu görebiliyoruz. 

İşte bu heyecanlı "öğrenme maceramız" olumsuzluğa saplanmaktan da bizi koruyabiliyor. Üzülmek yerine merak ediyoruz: 

"Bunun altındaki / kökündeki neden nedir? 

Böylece dünyayı, başkalarını ve kendimizi çok daha geniş açılardan algılayabilme becerimiz gelişiyor. Bu beceri geliştikçe "hoşgörü" kendiliğinden gelişebiliyor. 

G.E. 2012

25 Ekim 2016 Salı

İradelerimizi İrdeleyebilmek..



  • "Özgür irade" nedir?
  • "Özgür irade" ne değildir?
  • "Özgür İrade" var mıdır?
  • "İrade"mizi neler etkiler? 
  • ...devam edebilir...

ARAŞTIRMALAR:

  • 28 Şubat 2017: "Gen mi, çevre mi?" * : "Önemli olan şu ki biri ne de öbürü sizin seçiminizdir. Her birimiz genetik bir şablonla dünyaya gelir ve bizi biçimlendiren ilk yıllarda üzerinde hiç söz sahibi olmadığımız koşullar dünyasının içinde buluruz kendimizi. Genlerle çevrenin karmaşık etkileşimi, toplumdaki her bir kişinin farklı bakış açısına, farklı kişiliğe ve karar verme konusunda da farklı becerilere sahip olması sonucunu getirir beraberinde. Bunlar insanların özgür iradeleriyle yaptıkları seçimler değillerdir, yanlızca oyunda önlerine düşen kartlardır!  Beynimizin oluşum ve yapısını etkileyen faktörleri kendimiz seçmediğimiz için, özgür irade ve kişisel sorumluluk kavramları bu noktada bir yığın soru işaretine gebedir. 162" Bu nedenle bir çok durum için, şimdilik kabaca eşit oranda gen ve çevre etkisini sadece varsayabiliriz:




  • 3 ocak 2017: Tekrarlar ve John Berger: http://bit.ly/2iGh3Z

  • ANILAR ve BELLEK: "Doğa anılarımızdan örneğin, KORKUTUCU olayları çok derinlerde saklar: Bunları silmek zordur. Ve herhangi bir anda FLAŞ gibi yanıp sönebilirler(TECAVÜZ KURBANLARI ve SAVAŞ GAZİLERİNİN sıklıkla anlattıkları gibi)."
Kaynak: DAVID EAGLEMAN'dan alıntı özeti

  • Prof. Dr. Mehmet Şener: 
ÇOK DİSİPLİNLİ ETİK KONGRESİNİN ARDINDAN yazısından alıntı: ".....Bir insanın etik temelde sorgulayabilmesi için, o insanın iradesinin herhangi bir otoritenin vesayati / baskısı altında kalmadan karar verme özgürlüğüne sahip olması , nasıl davranacağı konusunda seçeneklerinin elinden alınmış olmaması gerekmektedir. " 
Kaynak: 31 - 08 - 2012, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji eki

Bknz: http://asukrandemiralp1.blogspot.com.tr/2016/07/neyiz.html

23 Ekim 2016 Pazar

YAZLIKLARI OLAN BAZI HAYVANSEVERLER!


Yaz sezonunun bittiği şu dönemde (18 – 22 Ekim 2016) kesişen zorunlu gezimizde yazlıkçıların yoğun olarak yerleşimlerinin olduğu bölgelerden de yolumuz geçti. Özel olarak nereler olduğunu yazmayacağım; çünkü neresi olursa olsun manzara çok az fark edecek, belki de hiç fark etmeyecek diye düşünüyorum.
Bu bölgelerin yaz ile kış nüfusları arasındaki fark için sadece bir örnek: Kışın 5.000 (BEŞBİN), yazın 100.000.
Bu konunun hayvanseverlikle ilgisi nedir?
Sessiz, insan yoğunluğu açısından aşırı sakin, adeta terk edilmiş sokaklarda market, bakkal bulmak, beslenmek bizler için bile sorun oldu. Ya hayvancıklar, o bölgelerde yoğun olan köpekler için nasıl bir tablo gözlemledik dersiniz? Elimizde bir torba gördükleri anda inim inim inlediler. Bulabildiğimiz her türlü yiyeceği onlarla paylaşmaya çalıştık. Sadece ekmek vermemiz bile onlar için yeterliydi. Ön ayakları ile işaret ederek önlerine yemek koymamızı anlatmaya çalışmaları belki de benim uydurmam olabilir. Ancak oldukları gerçekti. Çok az insanın yaşadığı yazlıkçı bölgelerde terk edilen hayvanları görmezden gelen, hatta oralarda hayvanlarını bırakan bir hayvanseverlik nasıl olabilir?
·         Yazın hayvanlarını da yanında getiren bazıları dönem sonunda hayvanlarını o bölgede terk edip dönmüşler,
·         Yazın gelenlerin yanlarında taşıdıkları bazı köpekler o bölgede doğum yapmışlar, bebekleri o bölgede terk edilmiş, vs vs…

Kısacası, yazın çıkan yoğun besin artıkları, çöpler ve o dönemdeki hayvanseverlerin ikramları ile rahat beslenen köpekler insanlarla olağanüstü dostluk ilişkisi kurmuşlar, insanların duygularını, vücut dillerini, ses tonlarını olağanüstü anlar hale gelmişler ve bu duygu durumları ile uzun süre yalnızlığa ve açlığa terk edilmişler… Karnını doyurduğumuz bir dost köpek saatlerce bizle sahilde dolaştı. Birlikte oyun oynamak istedi. Bizi denize doğru burnuyla iterek birlikte yüzmek istedi J Üstelik bu dost köpeği iyi kötü doyuran bir iki kişi de hâlâ var gibiydi. Bu yazdıklarım henüz yeni terk edilmişliği dile getirmeye çalışıyor.  İlerleyen zamanlarda durum nasıl olur?
Gezdiğimiz bölgelerde yoğun bir köpek nüfusu görmüş olmamız nedeni ile fiziksel ve duygusal açlığa terk edilmiş köpekleri yazıyorum. Bu tablo ve “neden hiç kedi görmedik?” sorusu aklımı kurcalamaya devam ediyor… İster istemez, açlıktan ölmeye yakın bir canlı, hangimiz olursak olalım ***, ne yapar diye düşünmeden kendimi alamıyorum!

Çözüm mü? Kedi, köpek, her türlü evcil hayvanların da hepsi birer canlı. Onlarında duyguları, sosyal yaşamları var; bizlerinki ile iç içe… Çözüm, genel olarak sıkılmayacağımız, maddi ve manevi olarak daha, daha daha az tüketebileceğimiz yaşam biçimlerini keşfetmeye çabalamak mı desek, ne desek?

*** Sağda, tırnak içindeki yazıyı tıklayabilirsiniz: "Hayatta kalabilmek için, ölen arkadaşlarının cesetlerini yemeye karar verdiler." 

A.Şükran Demiralp, 23 Ekim 2016

9 Ekim 2016 Pazar

Asıl tehlike nedir?


Kalıp:
"EVRENİN SERBEST KALMIŞ GÜÇLERİNE KARŞI KOYMAK KORKUNÇTUR.
FAKAT ASIL TEHLİKE, ELDEKİ EN İYİ BİLGİLERİN IŞIĞINDA .................. GÜCÜN RİSKLERİ ve ÖDÜLLERİYLE BİRLİKTE AKILCI BİR BİÇİMDE İRDELENMEMESİ, .................. GÜCÜN YAZGISINI KARANLIK TUTKULARIN BELİRLEMESİDİR!"

Not: Kalıp, Adrian Berry'nin "Bilimin Arka Yüzü" kitabından akılda kalanlardan belirlendi!

Derleyen,

A.Şükran Demiralp