25 Aralık 2012 Salı

Lafonten’den Masallar ve Teknoloji Çağımız, 26-12-2012


11-12-2012

Lafonten’den Masallar ve Teknoloji Çağımız

“Bir gün Leylek ile Tilki yemekte buluşurlar. Tilki davet etmiştir. Nefis yemeği tabakta sunar. Leylek çok aç, ama ne çareL Uzun gagası ile tabaktan nasıl yesin? Aç kalkar yemekten ve …”

Teknolojinin çok geliştiğini iddia ettiğimiz günümüzde, işitme engelli vatandaşlarımız alt yazısı olmayan TV programlarını, filmleri, tiyatroları _tiyatro sahnesinde ekrana yazı çıkartılabilir sanırım / işaret dili kullanabilirler_ izleyemiyorlar. Leyleğin imrenip de tabaktan çorba içememesini izler gibi, bazılarımız umursamadan izliyoruz bu gibi durumları, bazılarımızın ise görme alanı dışında kalabiliyor.

Bu durumdan sadece işitme engeli olmayanlar sorumlu olamaz. Farklılıkları olan arkadaşlarımızın çoğunluğu da diğer farklı insanlara kızmadan, "Nasıl daha iyi iletişim kurabiliriz"i  düşünmeleri gerekiyor. Toplumdaki diğer herhangibirimiz gibi.. Aksi durumlarda, çoğunluk sadece şikayet eden, çözümü hep başkalarından / kurtarıcılardan bekleyen bir dar alana sıkışıyor. Özetle, Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği denilen olgu böyle gelişebiliyor.. Kök sorunlardan birisi de, sürekli kendini "madur" görüp şikayet etmek dışında başka bir şey yapmamak, bir başkası hep aynı şeyleri yapmak; kalıplara yapışmak. Halbuki buluşçuluk, en çok o sorunu yaşayanlar arasında gelişme şansına sahiptir.

Benim işitme engeli olmayan biri olarak, dışarıdan gözlemlerim, sanırım işaret dili eğitmenleri de yeterli sayıda değiller.

İşaret Dili’nin müthiş bir grameri olduğunu ilk kez Oliver Sacks’ın “Sesleri Görmek” kitabından okumuştum. Her dilin kendi grameri olduğu gibi, her ülkedeki işaret dilinin de kendi gramerini oluşturduğunu öğrendim. Oliver Sacks, işaret dilini bir kültürün dili olarak yorumluyordu.

Okullarda birçok ders var. Ne kadarını yaşamla özdeşleştirebildiğimiz sorgulanmalıdır. Örneğin, şimdiye dek karma eğitim veren hiçbir okulda “İşaret Dili”/ “Braille Alfabesi” öğretildiğini duymadım. Bu gibi dersler seçmeli olarak konulabilir.

Farklılıkları anlamaya çalışmak ve bir arada huzur içinde yaşayabilmek, ortak iletişim kanallarımızı oluşturmakla mümkün olabilir. Farklı olanları ayırarak değil. Aileden, okuldan başlayarak bu bilince erişebilmemizin ön koşulu bu olsa gerek; hep bütünün yararı için çabalayabilmek.   
İşte çabalayanlardan bir gönüllü: Gül Ustabaş Genç, işitme engeli olan, ama, sorgulayan ve sesini duyurmaya çalışan, diğer insanlarla iletişimini bir çok işitme sorunu olmayana göre çok daha sağlam tutmayı başarmış bizlerden birisi.

Sevgili Gül Ustabaş Genç’ten: "Eğer dünyaya yeniden gelmen mümkün olsaydı diye klişeleşmiş bir soruya, yine işitme engelli olmak isterdim diye cevap verirdim ben.. Okumak, bir şeyler yapıyor olmak, içsel olarak düşünmek beni mutlu ediyor zaten.. Asıl engelin bedende ve duyularda olduğunu değil kafalarda ve kalplerde olduğunu düşünüyorum. Özürlü ve sakat kelimesini ise hiç sevmiyorum. Ne acı ki bunların sözlük anlamı ‘kusurlu’olmasına rağmen hala bazı yerlerde kullanılıyor.. Engelli kelimesi bize daha yakın çünkü bu elimizde olan bir şey değil bir şekilde engellenmişizdir.."

Sorun, işitme engelinden çok yaşam alanlarının bu farklılığa göre düzeni ile ilgili. Gül’ün lüzumlu telefonlar” yazısından:

Lüzumlu telefonlar.. Peki ya işitme engeliniz varsa bunlara ne diyeceğiz, Lüzumsuz mu? Elbette hayır!
Bir bakalım neler varmış bu telefonlarda.. En önemlileri: Polis, Ambulans, İtfaiye..
Acil bir durumda ben 112'yi nasıl arayacağım?
Başıma bir iş gelse veya çevremde bir olay olsa 155' i nasıl arayacağım?
Veyahut yangın olduğunda 110 ile itfaiyeyi nasıl çağıracağım?
Hiç düşünen olmuş mudur?"

Ayrıca, banka işlemleri ile ilgili de yoğun sorun yaşadıklarını biliyorum.

Düşündürücü değil mi?

Gül Ustabaş Genç'in yaşam öyküsünü merak ediyorsanız lütfen tıklayınız: Gül, doğuştan işitme engelli değil! [*]

Daha sonra sizi, görme engelli olarak "karma eğitim" içinde tutunmayı başarmış ve şu anda eğitimine devam eden Gizem Alakaya ile tanıştıracağım:-))

Saygılarımla,

A.Şükran Demiralp

 

 

Engellerin engelleyemediği en önemli kişilerden birisi de Helen Keller: “ (27 Haziran 1880 – 1 Haziran 1968) ABD'li pedagog ve aktivist. Kör-sağır ve dilsiz olması, onu pek çok meslektaşından ayıran önemli özelliğidir. 

16 Aralık 2012 Pazar

“Değer”, “Değerler”, “Değerlendirmeler”, “Sosyal Tümörler” ve “5 Aralık Dünya Gönüllüler Günü”


11 – Aralık – 2012


“Değer”, “Değerler”, “Değerlendirmeler”, “Sosyal Tümörler” ve “5 Aralık Dünya Gönüllüler Günü”

“Medeniyet normları”na yaklaşabilmek için “İdeal Değerler ve Gerçek Davranışlar” arasındaki evrensel farkları nasıl küçültebiliriz?  

Tınaz Titiz’e göre “değer”: insanların edinmek için bedelini ödemeye hazır oldukları şey: “Değer (value) kavramı için en hoşuma giden –aslında teknik- bir tanım var: "Değer, insanların edinmek için bedelini ödemeye hazır oldukları şeydir". Bu tanım değerin göreceli olabileceğini de anlatıyor. Susamış bir insan için bir şişe suyun bir değeri vardır. Ama ikinci, üçüncü, ilk şişeler için değer giderek azalmaya başlar. Bu aslında tam olarak ekonomideki değer tanımı.

İletişimdeki "değer" kavramı da aynen ekonomide olduğu gibi "işe yararlık" ile ilgili. Filanca hastalığa hangi ilacın iyi geldiği bilgisi bu konuda bilgisi olmayan kişi için çok "değerli" iken, bir doktor için "değersiz" bilgi olacaktır. Değer iletişiminde, bilgiyi veren –yani konuşan-, dinleyenin işine neyin yarayacağını bilmeden kendi tahminince değerli sandığı şeyleri sunarsa değer iletişimi değil yine teknik tabirle "gürültü" (noise) yapmış olacaktır. İşte bu nedenle kanonik ifade çok önem taşıyor.”

·         Tınaz beyin, "değer iletişimi" ile,  iletişilen konu sonucu kazanılan "katma değer" anlıyorum. Veya ek değer alışverişi gibi birşey. Siz benim değerlerime ek değer katarken, ben de sizin değerlerinize ek değer katabiliyorsam bu katma değer açısından zengin etkileşimli bir iletişim oluyor diyebiliyoruz.

·         Kısacası, “Değer” birey için yaşamsal önemi olan, hava ve sudan başlıyor. Ve iletişimdeki “değer”e dek uzanıyor. Doğal olarak, ancak yaşam standartları sağlandıktan sonra, diğer değerler değerlendirilebilir olabiliyor.

·         Bilimsel bilgiyi tüm insanlık için “evrensel değerlerimiz”in içine koyuyorum. Gelenek ve töre, toplumsal / kültürel değerler içinde yer alıyor.

·         Bilimsel bilgi ve ona bağlı teknoloji hızla değişiyor. Teknoloji gelenek ve töre dinlemeden her yere sızabilirken, bilimsel bilgi ve bilimsel düşünebilme / kuşkuculuk / bilgilerin ancak belli koşullar altında doğru olabileceği, o koşullar değişince de değişebileceği düşüncesi gelenek (tüm çevrelerdeki geleneklerden bahsediyorum. Bilim çevreleri dahil) ve töre, daha doğrusu “kalıplarla düşünme”  engelinde takılıyor??? [a]

·         Yaşamın sürekli akışı içinde toplumsal değerlerin değişimi ve bu değişimin davranışlara yansıma süreci çok karışık olabiliyor:

[b] Wikipedia’n: Bir toplumdaki değerlerin değişmesi ile ilgili olarak, bireylerin psikolojik davranış biçimleri ve bunların etkileri göz ardı edilerek, hiçbir teori ortaya konamaz.”  Vurgulanıyor.

Bozkurt Güvenç de Değerler ve Değerlendirmeler” de [c] "değer"i,  ideal bilgi olarak tanımlıyor(Antropoloji)  ve Sosyolojinin “Bilgi ile Kullanım”, Antropolojinin “Değer ile Davranış” yaklaşımlarına bağlı olarak toplumsal değerlerin değerlendirilmesindeki çelişkilerden söz ediyor. Ve  “Sosyal araştırmalarda bilgi sorunu”na değiniyor: 

Toplumsal araştırmalar, bireylerden toplanan verilerle yapılır.  Bilgi ile kullanış, değer ile davranış ayrımı önemli bir sorundur. Kişi her uyguladığını bilmediği gibi her bildiğini de uygulamaz. Sigara sağlığa zararlı der tüttürür; onur ve saygınlığını korumak için yalan söyler, inkâr hatta iftira edebilir. Kadın ve çocuk dövülmez der “hak edeni” döver; “barış” diye diye savaşır. Özüyle sözünün, bilgisiyle davranışının bir olmadığı ortaya çıkınca, tutumuyla çelişkiyi mazur (haklı) göstermeye çalışır: “Alışmışız bir kere abi, dayağı hak ediyorlar, sözle uslanmayanın hakkı kötektir, barış istersen savaşa hazır ol” diyor”  ve vurguluyor:


1.       “İdeal değerlerle gerçek davranışların farkı evrenseldir.


·         Anladığım kadarıyla, bu fark, gelişmiş dediğimiz toplumların kendi içlerinde birbirine çok yakın olabilirken, diğer toplumlarda açıldıkça açılıyor.

·         Davranışların ideal değerlerden giderek sapmasının çok önemli sonuçlarından biri toplumun yaşam kesitlerinde  “tümörlerin” oluşmasıdır diyebiliriz.

Toplumun değişik yaşam kesitlerindeki tümörler?”

·         Toplumun değişik yaşam kesitlerindeki tümörler nelerdir?

o   İletişim alanında:  "Kendini ifade etme becerisi yetmezliği nedeniyle uzadıkça uzayan sözler, yazılar"”

o   Gelenek alanında:Sorgulanamazlık kültürü; kalıplara yapışıklık / sorgula(ya)mama”

o   Trafik alanında: “Kuralları yok sayma “

o   Eğitim alanında: “Ezber ve kopyacılık”

o   Bilim ve Teknoloji alanında:  “Geliştirmek, üretmek yerine ithal etme”

o   Medya alanında: “En az iki kaynak tarafından doğrulanmayan haberler, dikkat çekmesi uğruna toplumu yanlış yönlendirebilecek sunum taktiklerine yönelme, toplumun sorgula(ya)madığı kalıplarını kullanma, toplumun bilgilenme özgürlüğü ile ticaretin karıştırılması"

o   Haklar alanında: ”Kendi hakkını bütünün haklarının üstünde görme”

o   Ahlak Alanında: “Çıkar çelişkisine[ç] düşme,  rüşvet alma, verme”

 [d] Beyaz Nokta Gelişim Vakfı web sitesinden:


2.       Medeniyet normlarına daha yakın -ya da onları belirleyen- toplumlarda bu iki tavır grubu da özel muamele görürler. Toplum bütün kurumlarıyla musibet tavırların üzerlerine giderken, seçkin tavır sahipleri de önemli görevler üstlenirler ve bir bakıma toplumu, medeniyet normlarına doğru çekerler.


“Çoğunlukçu”dan “çoğulcu” demokrasiye geçememiş toplumlarda ise “sıradan çoğunluk” herşeye hakimdir.” 

Ülkemizdeki durum da böyledir. Hemen her kurum, sıradan çoğunluğun yarattığı uygun ortam ve %3'lük “musibet” kesimin mühendisliği altında islemektedir. Her yıl trafikte ölen binlerce kişi, bu olgunun en somut örneğidir. Bu mekanizma yalnız trafik için değil tüm toplum kurumları için geçerlidir ve tümü birden bir “ölümcül sarmal” oluşturmaktadır. Bugüne kadar tarihte bu sarmalın yok ettiği çok toplum vardır.”

Bundan kurtulmak mümkün müdür? Hayır ve evet!

Hayır, eğer sıradan çoğunluğun vazettiği normlara mahkum olmayı sürdürürsek.

Evet, her konudaki elit tavır ve tutum sahipleri -ki bunların zengin, iyi eğitimli,

kendini beğenmiş tavırlı kişiler olmadığına, toplumun her kesiminde bu tür tavır

sahipleri bulunabileceği yukarıda da vurgulanmıştı-, adına “seçkin tavır ağları

diyebileceğimiz birbirleriyle dayanışma içinde olabilecekleri yapılanmaları kurmak

zorunda oldukları idrakine ve de becerisine sahip olabilirlerse! "


·         Bunun için bir yaygın yerleşik kalıp olan “Toplum Mühendisliği”: http://bit.ly/SSV2RE nasıl ele alınmalı ki “musibet” kesimin mühendisliğine karşı çözüm üretilebilsin?


Örnek Tavır Ağları [e]

Demek ki, toplumumuzda hemen her kurumun, sıradan çoğunluğun yarattığı uygun ortam ve %3'lük “musibet” kesimin mühendisliği altında islemesine karşı toplumun diğer %3'lük nitelikli kesimi arasında bir ağ oluşturulabilirse, Sorun Çözme Kabiliyetimizde bireysel, kurumsal ve toplumsal düzeylerde artışlar olabilecek. Ve % 94'lük kesimi de olumlu etkileyerek“Medeniyet normları”na yaklaşabileceğiz J " Bunu Çocuklarımız, torunlarımız için gerçekleştirebiliriz. Nasıl?
Ve 5 Aralık Dünya Gönüllüler Günü”de Ankara Valisi Alâaddin Yüksel yaptığı konuşmadan: “Vali Yüksel, sivil toplum örgütlerinin normatif 3 temel başlığa sadık kalması gerektiğini; bu 3 başlığın ahlaki değertaşımak, şiddeti esas almamak ve siyaset dışı çalışmak” olduğunu ifade ederek, “Sivil Toplum Kuruluşlarının ve toplumsal duyarlılığı üst seviyede olan tüm gönüllü arkadaşların günü kutlu olsun” dedi. [f]
"Buyurun dostlar buyurun gönüllülük sofrasına" J  

Saygılarımla,

A.Şükran Demiralp 



[a]     Damdaki Kemancı”dan: Gelenekler yaşamımızı kolaylaştırır.

Ama, duruma göre sorgulanmalıdırlarJ http://www.ezberkaliplarinisorgula.com/




“Ne ithal edilmesi gerektiği bilgisi hariç her şeyi ithal edebilen toplumumuz, kavram ithalinin önemini ne yazık ki henüz farkedememiştir. Medeni toplumlar gibi olabilmek için onların davranışlarını taklit eden insanımız, onların davranışlarını düzenleyen kavramların farkında değildir sanki!

Bu eksik kavram, “çıkar çelişkisi”dir ve yalnız temsilcileri değil, halkın -büyük bir çoğunluğu- her an ve hiç gözünü kırpmadan bu kavramın ifade ettiği kuralı çiğnemektedir. Temsilcilerine karşı daha duyarlı olunmasının nedeni, onların ellerinde daha geniş yetkilerin bulunmasıdır. Taksi şoförü, elindeki “istediği konfor düzeyinde araç sürme yetkisini, en kısa sürede varmak ve dolayısıyla da yolcusunu azami derecede rahatsız etmek” yönünde kullanırken çıkar çelişkisi'na düşmektedir.

Kamu veya özel kesimdeki satın alma görevlisi, satın alacağı malı kimden alacağına karar verirken, kendisine avantaj sağlayan satıcıda karar kılarken de çıkar çelişkisi içindedir.» 

Ticaretle uğraşan gazete ve TV'ler, bankacılık yapan sanayici, elindeki bilgileri borsada para kazanmak için kullanan yetkili, yurtdışı görevleri, para kazanmak, eşya almak, çocuğunu okutmak ya da geleceğini güvenceye almak için kullanan kamu görevlisi, ellerindeki imkanları kendilerine çıkar sağlamak için kullanmaktadırlar ve hepsi çıkar çelişkisi içindedirler. Sağladıkları çıkarların küçük olması, ellerindeki yetkilerin sınırlı olmasıyla ilgilidir. Taksi şoförünün kendini emekli edebilecek hali yoktur. Olsaydı yapabileceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır. Dikkatli bakılırsa toplumdaki hemen herkesin çıkar çelişkileri içinde bulunduğu görülecektir.

O halde mesele, bu kavramın ortak değerler dağarcığımıza yerleştirilmesine ve bir yandan da gerekli caydırıcı düzenlemelerin yapılmasına gelmektedir.

Ancak, bunun yapılabilmesi için ortak değerler dağarcığımız içinden bir kavramın dışarı çıkarılıp atılması gerekmektedir. Bu da, çıkar çelişkisi’nin tam tersi olan ve yüzde yüz yerli malı bir deyimdir: “Bal tutan parmak yalar”! Dikkat edilirse yukarıda birkaç örneği sıralanan çıkar çelişkisi örneklerinin hepsi, bu deyime tam olarak uymaktadır. “




       Bir gönüllülük örneği:         
  AnneannelikJ  

                            Fotoğraf: Necla Özçağatay Özen


 15-10-2017, Pazar, EK: 
http://katalog.hacettepe.edu.tr/client/tr_TR/search/asset/102134/0
http://felsefet.home.uludag.edu.tr/kaygi/dergi002/1-2.pdf
http://www.flsfdergisi.com/sayi7/1-10.pdf
https://www.youtube.com/watch?v=FvNzoxYcdJk
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/780/10005.pdf
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/289498
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/34/1131/13295.pdf

"Lyotard bilgiyi kullananlarla üretenler arasındaki ilişkinin artık değiştiğini, yine mübadele olmakla birlikte bundan böyle ticari ilişkinin söz konusu olduğunu ifade ederek, bilginin kendinde bir amaç olmaktan çıkıp, kullanım değerini belirtir. Zamanımızda üretimin esas gücü artık bilgidir (Lyotard, 1990, 11). Milli devletler üretim güçlerini bilim ile koruyacaklar ve gelişen ile gelişmiş ülkeler arasındaki uçurum daha da artacaktır.

Lyotard bir rekabet unsuru haline gelen bilgi yüzünden savaşların çıkış sebebinin bile değişebileceğini ve enformasyon denetiminin başta gelen bir sebep olabileceğini belirtir. Bu iş o kadar kolay olmayacaktır. Bilgi üretiminde toplum adına devletin rolü gittikçe yok olacaktır. Çok uluslu şirketlerin devletin varlığını tehlikeye soktuklarını belirtir (Lyotard, 1990, 12).
....

Bilginin ne olduğuna kim karar verecek ve hangi ihtiyaçların karara bağlanacağını kim bilecektir.
.......
Lyotard Wittgensitein’ın dil oyunlarından etkilenerek çeşitli gözlemlerde bulunmuştur (Lyotard, 1990,18). Bunların kuralları kendi içlerinde meşruluklarını taşımazlar ama oyuncular arasındaki bir sözleşmenin nesneleridir. Eğer kurallar yoksa oyun da yoktur.
.....

Bilimsel bilgi, anlatısal bilgi ile daima rekabet halinde olmuştur. Anlatılar (popüler öyküler, destanlar, efsane ve masallar) toplumsal kuramlara meşruluk kazandırırlar ve geleneksel toplumlarda daha aygındırlar. Bilimsel bilginin üretilebilmesi için bir takım basamaklar vardır. Bu kurallar eşler (gönderici ve adres) arasındaki tartışmanın bir uzlaşma içinde yapılmasını sağlar. Bilim adamları için ifadelerini doğrulayabilen bir eşe (adrese) ihtiyaç vardır. Sırayla gönderici olurlar. Bu didaktikler yeniden üretimi mümkün kılar (Lyotard, 1990, 35). İlk ön kabul öğrencinin göstericinin bildiğini bilmediği ama henüz öğrenecek durumda olduğudur. İkincisi öğrenci göndericinin göndereceği bilgiyi alabileceğinin bilincindedir. Uzmanlar (göndericiler) onların yeterince bilmediğini ama gayret sarf edeceklerini biliyorlar. Böylece öğrenciler bilimsel bilgiyi üretme oyununu tanımış olurlar (Lyotard, 1990, 38). Bilimsel ve anlatısal bilgi eşit derecede zorunludurlar ve birbirinden ayrılırlar. Lyotard anlatısal bilginin kendini argümana ve kanıta başvurmaksı4zın onayladığını ileri sürer. Bilim adamlarının yaptığı sınıflamaya göre: yabanıl, ilkel, gerici, gelişmemiş, gelenek, cahillik, önyargı, otorite vs. ayrılabilirler. Lyotard bu anlamda anlatıları kadın ve çocuklar için işe yarayan masallar, destan ve efsanelerden ibaret görür (Lyotard, 1990, 39). Devlet bir destan olarak lanse edilmek için bilime büyük para harcar. Kısaca bilim devletin meşruluk talebince yönetilir (Sarup, 1995,164)
...
Habermas öznellik, Nietzsche’nin us eleştirisi, güç kuramı gibi kavramların modernizmin içinde olduğunu ve bunları onaylayan kendine mal eden postmodernizmin modernizmin bir devamı olduğunu belirtir ((Habermas, 1997, 350-361). Yine Habermas bilimin yaşamdaki yol göstericiliğinden indirilmesine gelenekle bir tutulmasına karşıdır. Bu yüzden bilimin boş bıraktığı alanın dinsel tasarımlar ve gelenekle doldurulacağını söylemektedir ((Habermas, 1992, 54-96, 97-146). Lyotard verdiği cevapta meşrulaştırmanın bilgi ve gücün aynı sorunun iki yanını gösterir diyerek, bilgi sorununun her zamankinden daha çok bir yönetim sorunu olduğunu ifade eder. Kısaca modernizm bilimi yüceltir ve usçuluk yaparken, postmodernizm ise bilimi bir ideoloji yapar ve onu falcılık, feminizm vb. her türlü ideolojik söylem ile bir sayar. Hiçbir kuramsal tartışma ve temellendirmenin onları uzlaştıramayacağını söylüyor Soykan. Bu durum daha çok bir yaşama sorunudur. Bunu doğuran yaşama tarzı ortadan kalkarsa ortadan kalkar (Soykan, 1993, 137).

......

5.2-Jean Baudrillard Son zamanın popüler yazarlarındandır. Geliştirdiği kuram kitle iletişimini ve doğasın anlamaya çalışır. O da Marksizmi ve onun üretim anlayışını eleştirerek postmodernist görüşlere yönelmiştir. The system of objects (nesneler sistemi), Tüketim Toplumu (1970), The Mirror of Prodiction (Üretim Aynası) gibi eserleri vardır. Modernlikten postmodernliğe geçişini tarihsel bir taslak doğrultusunda temellendirir.

Kendinden başka hiçbir örnekçesi olmayan örnekçeler (simulakra) üzerine yazar. Bunları erken modernlik, modernlik, postmodernlik olarak sıralar (Sarup, 1995, 193). Postmodernlikte reklamcılık, medya, enformasyon ve iletişim ağları özsel bir alan (sphere) olmuştur (Baudrillard, 1997, 149, 177, 201-203). Örnekçeler, kodlar , taklitçeler ve taklit üst gerçekçiliği (hyperealism) eşyanın kullanım değerlerinin ve üretim gereçlerinin yerine geçmiştir. Bu toplum medya ve tüketim toplumudur. Simulasyon (taslama) yazısında gerçekçiliğin yerine hiper gerçekçiliği koyar ve metafiziğin bittiğini söyler. Taslama bir şeyi yalandan yapar gibi yapmaktır ve gerçeklikle zevk ilkesini aşar (Soykan, 1993, 50). Yeni postmodern evren her şeyi taklitçe kılmaya eğilimlidir. Taklit edilemeyecek orijinal hiçbir şey yoktur. Kitle iletişiminin yeni bir çağı başlattığını ifade ederek reklamların kişiye özel uzamı sır olmaktan çıkardığını belirtir. Kişi artık başkası için bir sır dildir. Medya ise mekan ve zaman anlayışımızı yeniden düzenlemiştir. Gerçekte dünya ile bağlantımız yoktur, TV ekranlarından bize verileni gerçek sanmaktayız (Sarup, 1995,195). Gilbert Adair daha önce zikrettiğimiz eserinde Baudrillard’ın körfez savaşı üzerine olan görüşlerine değinerek onun körfez savaşının gerçekleşmediğine dair olan görüşlerinden bahsediyor (Adair, 1994, 71-72). Adair onu hiper gerçeğin kuramcısı olarak niteliyor ve tv nin yanıltıcı yayınlarından bahsediyor (petrole bulanmış karabatak kuşu- l. Körfez savaşı). Zaten Baudrillard tv’nin tahriki olmazsa savaşta olmazdı demektedir. Bir enformasyon çağında olduğumuzu, tv deki haberlerinde sıranda bir şekilde ertesi gün unutulacak tarzda ardarda yüzeysel olarak verildiğini söylüyor. Çünkü anlamları yoktur. Kitleler ile medya arasında karşılıklı bir ilişki vardır ve birbiri olmaksızın olmazlar. 1980’de yazdığı: kitleler:Medyada toplumsalın patlaması adlı çalışmasında tüketici kültürünü işler. Bu kültür bütünüyle postmodern bir kültürdür ve dolmuş edebiyatı çok şişirilmektedir (Sarup, 1995, 197). Kötülüğün Şeffaflığı adlı eserinde gelişme, ilerleme ve kendini koruma gibi Batıyı var eden ilkelerin yok olma aşamasına geldiğini göstermek ister. Cinsel devrim, sanatta devrim, sibernetik devrim hatta politik devrim bile Batının aleyhine olmuştur. Bunları eserinde transseksüel, işlemsel temizlik, korunma ve zehirlilik gibi küçük başlıklar altında ele alır (Baudrillard, 1995, 24,45,59). Arthur Kroker ise Postmodern Scene (postmodern ekran) adlı eserinde Baudrillard’ın kavramlarını (iç patlama semiurgy, taklit ve üst gerçeklik) kullanarak ondan daha radikal bir postmodern tavır takınıp, adeta onun adına kapı dışarı etmeye çalışmaktadır.

Postmodernist işlevselci pragmatist örneklerine sağda Thatcher’ın halk kapitalizmi, radikal sol ucunda ise mayıs 1968 Paris olaylarını örnek verirler ( Heller-Feher, 1993, 10). Kurtarıcı politikacılar postmodernizmle bağdaşmaz çünkü o şimdi ile uğraşır.
...

Postmodernistler hem devletçiliğe hm de liberalizme karşıdırlar. Çünkü bunlar toplumsal kontrolü amaç ediniyorlar. Demokrasinin işlemesi sürecinde liderlerin varlığını olağan karşılarlar (Murphy, 1995, 238-243). Otorite hak veya genetik özelliklerden değil atanmışlıktan doğar. Bu nedenle liderlerin varlığı demokrasinin çöküşünü göstermez. Hatta söyleyebiliriz ki postmodernizmin politik tutumu radikal demokrasiden yana bir tavırda sergilemektedir(Mouffe, 1994, 192-193).
"
Kynk:
https://birimler.dpu.edu.tr/app/views/panel/ckfinder/userfiles/17/files/DERG_/13/153-166.pdf

Pragmatizm:
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/491/5783.pdf

http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/518/6490.pdf

http://egitim.erciyes.edu.tr/~arak/6.KPSS_PDR/39.FelsefiDusunceler/pragmatizm.htm


Mantıksal Empirizm:
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/34/965/11892.pdf


5 Aralık 2012 Çarşamba

Öğrenme Halkası Varsayımından Yola Çıkarak..


 05-12-2012
Öğrenme Halkası / Can Simidi



 


 
Merak ve ihtiyacın öğrenme halkasından koptuğu süreçler öğrenme özgürlüğüne yapılan müdahelelerdir.  


Eğitim’in koşullandırma ile özdeş sayıldığı uzun yıllar boyunca sadece ülkemizde değil hemen tüm toplumlarda eğitim, egemen kesimlerin değerlerinin -koşullandırma yoluyla- zihinlere kazınması, bunun yanısıra, o kesimlerin ihtiyaç duydukları insan profilinin yetiştirilmesi anlamına geldi; halen de gelmekte
………….
Koşullanmama hakkı ilk anda kuşkuyla karşılanabilen bir kavram olabilir. Eğer, bu kavramdan değil de şu ilkeden hareket edilirse, bu hakkın ne denli temel bir insan hakkı olduğu kolayca görülecektir: Her insan, öğrenmek isteyeceklerinin kaynağını özgürce seçebilmelidir.

İnsan fıtraten öğrenme eğilimlidir. İhtiyaçlarının gerektirdiği bilgi-beceri-tutum-davranışları (BBTD) doğal bir kolaylıkla öğrenir. Bunu da içinde bulunduğu Zengin Öğrenme Ortamları içindeki doğru rol modelleri aracılığıyla yapar. Eğer bu sürecin içine herhangi bir nedenle -ideolojik, dini, siyasal, kişisel vbg- kişinin ihtiyaçları dışındaki farklı ihtiyaçlara ilişkin müdahaleler girerse, doğal öğrenme sürecinin sihiri bir anda bozulur ve eğitim bu defa bir melanet üretme sürecine dönüşür.” 

Eğer beyinlerimiz korkularla, cezalar ve ödüllerle koşullandırılmadıysa yukarıdaki şemada D: durum olarak isimlendirdiğimiz Okul, aile, arkadaşlık, hastalık vbg ortamlara, yani kısaca yaşamın kendisine zengin öğrenme ortamı gözü ile bakabiliriz. Bu durum için:
"Algılarımız" ve "bilgilerimiz" çift yönlü / etkileşim halinde diyebiliriz. Bilgi düzeyimiz arttıkça, daha çok anlamaya çalışıyoruz. Anlamaya çalıştıkça daha çok bilgiye ihtiyaç duyuyoruz. "Bilgiye ihtiyaç" öğrenme merakımızı sürekli kılıyor. Çünkü öğrendikçe daha ne kadar çok bilgiye ihtiyacımız olduğunu görebiliyoruz. Bu heyecanlı "öğrenme maceramız" olumsuzluğa saplanmaktan da bizi koruyabiliyor. Üzülmek yerine merak ediyoruz:  Bunun altındaki / kökündeki neden nedir?. " Böylece dünyayı, başkalarını ve kendimizi çok daha geniş açılardan algılayabilme becerimiz gelişiyor. Bu beceri geliştikçe "hoşgörü" kendiliğinden gelişebiliyor. Bu da bireysel anlamda "Sorun Çöme Kabiliyeti" mizin gelişmesi demek diyebiliriz.
Şemada, aktarılan “bilgi”nin, bilimsel şüphecilikle / sorgulayarak elde edildiği varsayılsa bile, aktarılan kişi sorgulayamadığı sürece değerinin düşebileceği; ezbere olacağı düşünülmüştür. Bir de farklı değerdeki "bilgi" türleri var ki, sorgulayamayan kişi bu bilgilerin içinden "doğru bilgiyi" seçebilecek güce de sahip olamayacaktır:-(

Saygılarımla,
A.Şükran Demiralp